Yaşadığımız her olaydan sonra, “Bunu da hemen unutacağız” cümlelerini duyuyoruz. Bunun altına mı saklanıyoruz yoksa hafızamız gerçekten çok mu kötü?
Öyle olduğunu zannetmiyorum. Bir kere sistem ve başta medya olmak üzere iktidarlar, her ne kadar bazı şeylerin unutturulması üzerine çalışıyor olsa da en azından mağdurlar ya da mağdur yakınları asla unutmuyor. Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde; yaşadıkları mağduriyeti, kayıplarını, çocuklarını, eşlerini, babalarını tabii ki unutmuyorlar. Bu konuda bir yas sürecinin yaşanıp acının hiç değilse bir ölçüde giderilmesinin ilk adımı, yapılan mağduriyetin kabul edilmesi ve açıklanması. Onun olmadığı zamanlarda o mağduriyet devam ediyor. Sürekli bir hal alıyor, yası olamıyor, kapanması iyileşmesi mümkün olamıyor ve tabii onlar unutmuyor.
Yakınları unutmuyor, yakınlık derecesi azaldıkça belki hafızadaki yeri de küçülmeye başlıyor. Bir yandan da arka arkaya travma yaşadığımız için unutulmaması gereken birçok acı birikiyor değil mi?
Üst üste geliyor, doğru. Fakat bu üst üste gelen travmaları daha öncekilerle yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız, onları kabullenmediğimiz için bu kadar sık yaşıyoruz. Yani üstü örtülmeye çalışılan her şey, maalesef tekrarı getiriyor. Tekrarın önüne geçmenin en önemli yöntemlerinden bir tanesi de, hesaplaşmak ve kabullenmek.
Biz ne kadar kişisel olarak kabullenmeye çalışsak da, toplum olarak kabullenmemiz zor mu?
Çok zor. Toplumsal olarak hesaplaşma da çok önemli. Yani biz diyelim ki, 12 Mart askeri darbesiyle yeteri kadar hesaplaşmış, buradaki mağdurların mağduriyetlerini tanıyıp gidermeye çalışmış ve sorumluları yargılamış olsaydık, belki Türkiye bu kadar sık askeri darbe yaşamıyor olurdu. Bunları yapmadığımız için maalesef tekrar ediyor. Geçmişle yüzleşmenin en önemli sonuçlarından biri de tekrarı önlemeye çalışmak. Bizim çalıştığımız alan; tekrarı önleyebilmek için hem gerekli toplumsal hafızayı diri tutmak, gerçekleri ortaya koymak, sorumluları yargılamak ve bunun tekrarlanmaması için gerekli yasal ve toplumsal düzenlemeleri yapabilmek. Dolayısıyla doğru; üst üste ve çok ağır acıların yaşandığı bir coğrafya, ama bunun nedenlerinden bir tanesi de yaşananlarla bir türlü hesaplaşılmaması.
90’lı yıllarda zorla kaybetme vakalarını araştırırken, Merkez olarak 15 yıl sonra ilk kez bir zorla kaybetme vakasıyla karşı karşıya kaldığınızı belirtiyorsunuz. Hurşit Külter’den 27 Mayıs’tan beri haber alınamıyor. Siz bu konuda nasıl bir kampanya yürütüyorsunuz?
Türkiye, özellikle 12 Eylül’den sonra ağırlıkla 90’lı yıllarda zorla kaybetmeleri sistematik bir devlet politikası olarak uygulamış bir ülke. Bununla kabulu, yüzleşmesi ve cezalandırılması yapılmamış bir ülke. 2000’li yıllardan itibaren politikanın ağırlıkla terk edildiğini görüyoruz. Ama yakın dönemde en son Hurşit Külter vakası, ki bu dönemde iki üç tane daha vaka olduğu konusunda şüpheler var, bunun tekrarlanabileceğini ortaya koydu. Ne yapmaya çalışıyoruz? Bir kere sosyal medya üzerinden hatırlatmayı diri tutmaya çalışıyoruz. Bu konuda duyarlı olan toplumun farklı kesimleri, zaten çeşitli eylemliliklerle gündemde tutmaya çalışıyor bu meseleyi. Üstelik yaşadığımız ağır döneme ve koşullara rağmen, şundan memnuniyetle bahsedebilirim ki, bu işin takipçileri en azından Hurşit Külter konusundaki kampanyanın, “Ne oldu?” diye cevap aramanın peşini bırakmadı.
Her şeye rağmen umut verici bir durum değil mi?
Tabii ama tam olarak umut verebilmesi için devletten bir cevap alınması lazım. Çünkü Türkiye’de devlet, inkarın bugüne kadar bazı şeyleri çözebileceği doğrultusunda bir politika yürüttü. Halbuki inkarın; darbe girişimi dahil, Hurşit Külter’in zorla kaybetmenin tekrarlanması dahil nelere yol açabildiğini yaşıyoruz gün be gün.
Devletin şimdiye kadar, “Biz burada hata yaptık” dediği durumlar oldu mu?
Hayır. Özellikle Ak Parti döneminde kısmi kabuller oldu. Dersim konusunda, dönemin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları oldu. Bir kabul olduğunu söylemesem dahi, ortak acılar temelinde belki Ermeni Soykırımı’yla ilgili çok hafif, küçük adımlar atıldı. 90’lı yıllarda yaşananlara ilişkin kısmi beyanlar olmasına rağmen; kabul, önce resmi olarak devletin kabulü, sonra sorumluların yargılanması ve cezalandırılmasını getiriyor. Türkiye’de 90’lı yıllarda yaklaşık 1400-1500 civarında zorla kaybedilen insan olduğunu düşünüyoruz. Türkiye, çok ciddi AİHM’de zorla kaybetmeler konusunda ceza almış bir ülke. Ama mahkeme sorumluları değil ülkeleri yargılıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bugüne kadar yapması gereken, en azından AİHM’de mahkum olduğu vakalarda dönüp sorumluları yargılamak olmalıydı. Bugüne kadar hiçbirini yapmadı.
Darbe girişiminden sonra Roboski davası tekrar gündeme geldi. Dosyanın tekrar açılmasının hatırlamaya etkisi var ama dava sonucu ne olur sizce?
Tabii bu iyi bir şey. Dünyanın her yerinde muhafazakar kesimler, “Eski yaraları kaşımayalım ve kanatmayalım”, yaklaşımındadır. Ama o yaralar hiçbir zaman kapanmıyor zaten. Roboski’nin, özellikle Roboski’deki bombalanan aileler tarafından unutulduğunu düşünebilir miyiz? Karşımızda çok büyük bir mesele olan, Kürt sorununun Roboski meselesi de ele alınıp bir sonuca ulaştırılmadan toplumsal düzeyde çözülebileceğini düşünebilir miyiz? Bu adımların her birinin atılması lazım. Bu dönem, bunların tekrar atılması için bir fırsat yaratırsa ne âlâ. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneği, bu konudaki vicdanın ve adaletin yerine gelmesinin doğrultusunda değil bugüne kadar. Eğer orada adalet yerini bulursa, bu bir sürpriz olacak.
Sizin için de beklenmedik bir şey olacak yani.
Konjonktürel olarak politik değişimler, ittifaklardaki farklılaşmalar bazen yargılama imkanları açıyor. Buradan olumlu sonuçlar çıkabilir. Ama her dönem yapılmış olan tüm haksızlıkları, hak ihlallerini, belli bir gruba atfederek çözüm bulmamıza imkan yok. Daha yakın döneme kadar bunların hepsinin sorumlusu Ergenekonculardı, şimdi de Fethullah Gülenciler. Peki bu kadar basit mi? Şimdi üstelik o dönemde Ergenekon ve Balyoz sürecinde suçlanan ve hakikaten bazı suçların da zanlısı olan kesimlerin hepsi teker teker aklanıyor. Yarın bu yaklaşımla başkalarının aklanıp aklanmayacağının bir garantisi de yok.
Bu da toplumda müthiş bir güvensizlik duygusu yaratıyor.
Tabii. Adalet duygusunu sarsan bir sonuç doğuruyor. Adalete güvenilmeyen bir toplumda demokrasiden bahsetmenin imkanı yok.
Siz Hafıza Merkezi olarak nasıl çalışıyorsunuz?
Çeşitli işler yapıyoruz. Bunlardan bir tanesi belgeleme. Saha çalışmasıyla elimizdeki verileri doğrulamaya çalışan bir hafızalaştırma ekibimiz var. Onların işi verileri toparlamak. Bir hukuk ekibimiz var, onlar da sahada adli verileri topluyor. Aynı zamanda ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli takibatlar da yapıyorlar. Bir de bütün bu çalışmaları kamuoyuyla paylaşmak üzere bir iletişim ekibimiz var. Onlar da ağırlıkla sosyal medya ve internet ortamında olmak üzere, bu çalışmaları yürütüyor. Mesela http://failibelli.org/ diye bir sitemiz var, o sitede bütün süren davaların akıbetini, bölgedeki barolar ve avukatlarla takip etmeye ve onlara destek olmaya çalışıyoruz. Dönem dönem raporlar yayınlıyoruz. Aslında böyle bir bütün içerisinde gidiyor çalışmalarımız.
Gerçeğe ulaşmaya çalışırken zorlandığınız anlar oluyor mu?
Birincisi bizim yapmaya çalıştığımız, tek tek doğrulanmamış olan 1500 kişinin verilerini doğrulayabilmek. Bunun için gidip yakınlarıyla görüşmek, herhangi bir adli başvuru var mı yok mu, onun sonucu ne oldu takip etmek gerekiyor. Bugüne kadar yaklaşık 450 kişiyi doğrulayabildik. Şu tür zorlukları var tabii; birincisi 90’lı yıllar söz konusu olduğu için üzerinden 20 yıl geçmiş. Bazen ilgili kişilere ulaşabilmek de çok zor oluyor. Çünkü taşınmış oluyorlar, başka bir yere gitmiş oluyorlar. Bu ciddi bir zorluk.
İkincisi, savaş ve çatışma ortamı devam ettiği vakit ihlaller sizin de demin söylediğiniz gibi, üst üste geldiği için bugün yaşadıkları sorunları konuşmadan sadece 90’lı yılları konuşmanın imkanı olmuyor. Üçüncüsü, aradan 20 yıl geçtikten sonra bazı şeyler unutuluyor ve hafızada yanılmalar olabiliyor. Dolayısıyla bu sefer onu başka kaynaklardan doğrulamak gerekiyor. Çok iğneyle kuyu kazar gibi zor bir çalışma ama her şeye rağmen; Türkiye’de değişen koşullara, 2,5 yıllık bir barış sürecinden tekrar çatışma dönemine dönülmesine, bir askeri darbe girişimine rağmen biz çalışmamızı sürdürmeye çalışıyoruz. Ama tabii mesela bu dönemde çatışma sürdüğü için sahaya gidip saha çalışması yapmamız bile çok zor oluyor.
İnsanların evleri, hayatları yok oldu. Bu gibi durumlarda çalışmalarınızda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Çok haklısınız, hakikaten oturacak yeri kalmamış, evi yıkılmış, yakınlarını çatışmada kaybetmiş bir insanla 90’ları konuşmak çok zor. Bu güçlüğün farkındayız. Hem bugün hem o gün, onlar için hafızalarında hala yaşayan bir şey. Dolayısıyla bütün bu güçlüğe rağmen bu çalışma devam eder. Ayrıca bazen doğrudan mağdur yakınlarından değil de, ikincil kaynaklardan da devam edebilir. Mesela hukuk dosyalarından, gazete haberlerinden, diğer hak örgütlerinin verilerinden yararlanarak da devam etmek mümkün. Zamanı daha müsait olduğunda tanıklarla konuşup pekiştirerek devam ediyoruz. Bu tür strateji değişiklikleri yaptığımız oluyor. Bugüne kadar 10-12 kere saha çalışmasına gittik, yaklaşık 6 ayı bölgede geçirdik. Bu ara mesela saha çalışması yapmayıp ikincil kaynaklardan toplamaya çalışıyoruz.
Sizce sosyal medyanın hafızamıza nasıl bir faydası var? Unutmayı engellediği için iyi mi yoksa kötü bir bağışıklığa mı neden oluyor?
Hala üzerine tartışma yapılan bir alan. Şöyle bir gerçek var, haber alma konusunda yeni bir alan açtığı kuşkusuz. Yani özellikle 90’lı yıllarla bugünü karşılaştırdığınızda yine gazeteler ve medya; ya haber vermiyor ya tahrif edilmiş ya da yanlı haber veriyordu. Ama iyi kötü sosyal medyanın da varlığıyla biz artık bugün günü gününe ne olduğu hakkında bir dair fikir sahibi olabiliyoruz. Bu olumlu bir şey.
Olumsuz tarafı ise, gazetecilik bir meslek ve idealini konuştuğumuzda yapılan haberlerin çeşitli doğrulama süreçlerinden geçerek farklı kaynaklara başvurarak yapılması lazım. Sosyal medyada bu yok. Dolayısıyla manipülasyona çok açık. Sadece sosyal medyada gerçeği tahrif etmek üzere çalışan kesimler de var. Dolayısıyla sosyal medyadan aldığınız haberler konusunda da çok dikkatli olmak lazım.
Bizim gibi kuruluşlar açısından da yaptıkları işleri duyurma, çeşitli kesimlere iletme konusunda belli imkanlar sağladığını kabul etmek lazım. Ben bütün olumsuzlukları ve olumlu yanları bir arada düşünüldüğü vakit, epey olumlu olduğunu ve imkan sağladığını düşünüyorum. Ama biz de hiçbir zaman bütün faaliyetimizi sadece sosyal medya üzerinden planlamıyoruz. Geleneksel; yani basın açıklamalarıydı, raporlardı, kitaplardı bildiğimiz eski konvansiyonel yöntemleri de kullanıyoruz. Bence hepsinin bir arada düşünülmesinde yarar var.
Hafıza çalışmaları kadın, çocuk, çevre gibi alanlarda da epey önemli. Siz bu dernekler için neler önerirsiniz?
Aslında herkes belli yöntemleri izliyor, işbirlikleri ve dayanışmalar da oluyor. Biz birçok kuruluşa belgeleme ve hafızalaştırma konusunda temel eğitim vermeye çalışıyoruz. Ama tabii ki bizim her alanda böyle bir çalışma yapmamıza imkan yok. Zor ve masraflı bir çalışma bu. Sistematik yürümesi gereken bir çalışma ama gönüllü girişimler var; Hafıza Kaydı gibi mesela. Onlar çok güzel işler yapıyorlar. Bir konuyu ele alıp o konu etrafında görsel dosya oluşturuyorlar ve onu kamuoyuyla paylaşıyorlar. Eğer demokratik düzenlerin korunmasından bahsedeceksek gerçeğe ulaşma hakkı, toplumsal olarak çok önemli bir hak artık. Hakikat hakkı denen bir şey var. Bu, Türkiye toplumunda yaşayan herkes için de geçerli.