13-14 Aralık 2024 tarihlerinde, geçmişle yüzleşme ve eleştirel toplumsal bellek oluşturma çabalarına yeni bir boyut kazandırmak amacıyla, gençlerle hafıza çalışmalarını merkeze alan “Geçmişle Yüzleşme, Geleceği İnşa Etme: Gençlerle Hafıza Çalışmaları” başlıklı uluslararası bir konferans düzenledik.
Konferans, Balat’ta 45 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir hafıza yürüyüşüyle sona erdi. Bu yürüyüşün rotası, dört kurum ve kişinin yaratıcı işbirliğiyle şekillendi. Rotanın bazı duraklarını belirlemek için Cultural and Social Narratives Laboratory’nin (CSN Lab) “Balat: Birlikte Yaşamak” projeleri ile Hrant Dink Vakfı’nın (HDV) “KarDes Çokkültürlü Hafıza Turları”ndan yararlanıldı. Diğer duraklar ise, Karakutu Derneği ve Sevcan Tiftik’in daha önce bölgede gerçekleştirdikleri yürüyüş deneyimlerinden hareketle belirlendi.
CSN Lab’den Arsen Abrahamyan, Hafıza ve Gençlik proje danışmanlarından Sevcan Tiftik, HDV’den Damla Barın ve Karakutu Derneği’nden Umut Azak, katılımcılara semtin çok katmanlı hafızasını durak durak anlattılar. Bu yürüyüş, bir yandan Fener-Balat-Ayvansaray hattının kentleşme ve soylulaştırma süreçlerini mercek altına alırken, diğer yandan bizzat mahalle sakinlerinin kişisel anılarına, göç tarihine, toplumsal dönüşümlere ve göz ardı edilen hikâyelere dikkat çekti.
Hafıza yürüyüşümüz Sevcan Tiftik’in otoetnografik yaklaşımıyla başladı. Tiftik, önce semtin kentsel dönüşüm ve soylulaştırma projelerinden bahsederek katılımcılara bölgenin yakın geçmişini hatırlattı. Daha sonra Fener Rum Erkek Lisesi’nin bitişiğindeki Tevkii Cafer Mektebi Çıkmazı’na yöneldi. Burada, 1990’larda çocukluğunu Balat’ta geçiren Tiftik, farklı etnik ve dinsel kökenlere sahip mahalle çocuklarının yıkıntılar arasında oyun oynayarak sınıf, din, kimlik ayrımlarını aşan bir kültürel alışveriş ortamı yarattıklarını anlattı. Kurban ve Paskalya bayramlarının, Ramazan ve Noel’in farklı zamanlarda kutlanmasına rağmen bu ritüellerin mahallede nadiren tartışıldığını, ancak gündelik hayatta komşuluk ilişkilerinde büyük bir çeşitlilik barındığını vurguladı.
Tiftik ayrıca, Fener doğumlu ressam ve fotoğrafçı Elenora Arhelaou’nun (1937-2021) çektiği Ustrumca Sokak ve Tevkii Cafer Mektebi Sokak fotoğrafları üzerinden kendi çocukluğunun kesişen izlerini paylaştı. Arhelaou’nun objektifine yansıyan mahalle, Tiftik için hâlâ canlı bir bellek mekanıydı. Bu sokaklardaki evlerin, ağaçların ve dokunun olduğu gibi korunmuş örnekleri kadar, 1990’larda var olup bugün izi dahi kalmayan yapıların hafızada yarattığı kaybı dile getirdi.
"Eleonora'nın doğduğu benim çocukluğumu geçirdiğim bu semt, hala hiç müdahale edilmeden varlığını korumuş evleriyle, ağaçlarıyla ve izleriyle bende yaşamaya, geçmişi korumaya olanak tanıyor. Ancak 90'lardaki yıkıntılardan, işgal edilmiş metruk yapılardan ya da 90'larda var olup şu an kendisinden, duvarından hiçbir iz kalmadan bambaşka bir yapı olarak karşımızda duran evlerin Rumlar kadar burada yaşamış tüm kimliklerin belleğinin, izinin silinmesine neden oluyor."
Sevcan Tiftik
Yürüyüşün bir sonraki durağında Damla Barın, “Kanlı Meryem” olarak da bilinen Moğolların Meryemi Kilisesi’ni anlattı. İstanbul, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra, kentteki kubbeli kiliselerin tamamına yakını camiye dönüştürüldü. Bu kiliseler arasında sadece Moğolların Meryemi Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet’in özel bir fermanı ile özgün işlevini koruyabilmişti. Bu fermanın bir kopyası, kilisenin duvarında sergilenmektedir.
Barın, kilisenin tarihine dair önemli detayları ve kilisenin “Kanlı Meryem” olarak anılmasının sebebini de katılımcılarla paylaştı. Kilisenin tarihine yönelik yaygın anlatıya göre, 7. yüzyıl başlarında Bizans imparatorunun kızı, İstanbul’un beşinci tepesine bir manastır yaptırır. Dördüncü Haçlı Seferleri’nin ardından kurulan Latin İmparatorluğu döneminde bu manastır yıkılır. Ortodokslar şehri yeniden ele geçirince, Anadolu’da artan Moğol akınlarına önlem almak için imparator, kızı Maria’yı Moğol imparatoruna çeyiziyle birlikte gelin olarak yollar. Fakat Maria henüz yoldayken Moğol imparatoru yaşamını yitirir. Bunun üzerine Maria, Konstantinopolis’e dönüp bu kiliseyi yaptırır. Kendisini buraya adayarak yaşamını kilisenin yanındaki manastırda sürdürür. “Moğolların Meryemi” lakabıyla da anılan Maria Palailogos'un günümüzdeki tek tasviri, kilisenin mozaiğinde yer almaktadır.
İstanbul’un Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından, bölgede şiddetli çatışmalar meydana gelir. Rivayete göre, dik bir yokuşun başında yer alan kilisenin etrafında yaşanan çatışmalarda yaralanan insanların kanı, bu yokuştan akarak Haliç’e karışır. “Kanlı Kilise” ismi de bu rivayete dayanmaktadır.
Ahrida Sinagogu’na gelindiğinde, Damla Barın buranın Balat Yahudileri için önemine, Balat’ın çokkültürlü geçmişinde Yahudi cemaatinin rolüne ve semtteki antisemitizm anlatılarına değindi. Sonrasında Sevcan Tiftik söz alarak, “Los Ornos de Balat” (Balat Fırınları) söylentisini anlattı. Holokost sürecinde, Nazi Almanyası'nın, Yahudilerin fırınlarda yakıldıkları bilgisi bu söylentileri körükledi. Or Ahayim Hastanesi bitişiğinde bulunan fabrika ya da depo olduğu düşünülen iki bacalı binanın, 1940’lar sonrası antisemitizm nedeniyle Balat'ta yaşayan Yahudiler arasında korkuya neden olduğunu paylaştı. Bu tür söylentilerin, tarihsel olarak şiddet ve ayrımcılığın nasıl bellek mekanlarına sirayet edebildiğini gözler önüne serdi.
Bir sonraki durak, Arsen Abrahamyan’ın anlatımıyla 1866’da kurulan Khorenyan Ermeni Karma Okulu oldu. Abrahamyan, 1970’lere kadar Balat’ın başlıca Ermeni okulu olan Khorenyan’ın, ne yazık ki maddi yetersizlikler ve azalan öğrenci sayısı nedeniyle kapanmak zorunda kaldığını belirtti. Semtin Ermeni toplumuyla derin bağlara sahip olan bu okul, çocuklara ana dillerini öğretme konusunda önemli bir rol oynamıştır.
Okul, yalnızca bir eğitim kurumu olmakla kalmamış, aynı zamanda Balat’taki Ermeni toplumu ve Türkiye’nin diğer bölgelerinden gelen Ermeniler için de bir destek merkezi işlevi görmüştür. Ermeni Soykırımı sonrasında Khorenyan, Anadolu’dan gelen yüzlerce yetimin yuvası hâline gelmiş; onlara eğitim vermenin yanı sıra barınma ve bakım da sağlamış, ihtiyacı olanlar için bir sığınak görevi üstlenmiştir.
“(Khorenyan) Balat’ın Ermeni sakinlerinin toplumsal, kültürel ve ekonomik yaşama aktif katkısını yansıtan özverili çalışmalarının bir göstergesidir.”
Arsen Abrahamyan
1924’e dek Ermeni okulları, Ermeni Patrikhanesi’nin gözetimindeydi; ders kitapları ve malzemeler Patrikhane tarafından sağlanır, öğretmenlerle müfettişler yine Patrikhane tarafından atanırdı. Ancak, 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Ermeni okulları Millî Eğitim Bakanlığı’nın yetki alanına girdi. Değişen dil politikası, müfredattaki farklılıklar ve yükselen milliyetçi ideolojiler, okul ile Balat’taki Ermeni toplumu üzerinde önemli etkiler yarattı. Siyasi ortamın gerginliği ve güvenlik kaygıları nedeniyle birçok Ermeni Balat’tan ayrılmaya başladı; bu da Khorenyan’ın öğrenci sayısında düşüşe yol açtı.
1925 yılındaki yangından sonra cemaat, Khorenyan binasını onarmak için gerekli maddi kaynağı bulamadı. Bu nedenle okul, Surp Hıreşdagabed Ermeni Kilisesi’nin bahçesinde ruhbanlar için inşa edilmiş ahşap bir yapıda faaliyetlerine devam etti. Dersler kilisenin bahçesinde sürerken, eski okul binası ise zaman içinde tütün fabrikası, sabun fabrikası ve daha sonra evsizler için bir barınak olarak kullanıldı.
Bu durağın tarihini yine Arsen Abrahamyan’dan dinledik.
“Balat’taki Surp Hıreşdagabed Ermeni Kilisesi, çok katmanlı bir tarihe sahiptir. Balat’ın çok etnikli nüfusunun bir arada yaşadığını en canlı şekilde yansıtan anılar, her yıl düzenlenen ‘Balat Günü’ adlı kutlamaya aittir.”
Arsen Abrahamyan
Abrahamyan, kilisenin şifa ve mucizeler mekânı olarak ün kazanmasını anlattı. Ona göre, “Balat Günü”nde farklı din ve etnisiteden insanlar; dua, adak ya da ritüeller aracılığıyla teselli bulmak için buraya akın ederdi. Bu kutlama sırasında, Meryem Ana ve Bebek İsa’yı altın bir tasvirle betimleyen Charkhapan (Çarkhapan) ikonu kilisenin merkezinde yer alır, kiliseyi ziyaret eden herkes için bir umut ve koruma sembolüne dönüşürdü.
Abrahamyan, yıllık şenliğin Ermeni Khachverats (Haçverats) kutlamasıyla aynı döneme denk geldiğini ve kilisenin gece gündüz ziyaretçilere kapılarını açtığını belirtti. Bu sebeple, Surp Hıreşdagabed yalnızca bir ibadethane olmanın ötesine geçerek; mucizelerin arandığı, yemeklerin paylaşıldığı ve hikâyelerin anlatıldığı bir buluşma noktası hâline gelmişti. Ermeniler, Süryaniler, Türkler, Yahudiler ve Rumlar, bu kutlamaya hep birlikte katılarak etnik ve dini ayrılıkları bir kenara bırakırlardı. Böylece neşe, dilekler, hikâyeler ve umutların paylaşıldığı bu zaman ve mekân, toplumu tüm çeşitliliği içinde birleştiren benzersiz bir deneyime dönüşürdü. Bu çokkültürlü etkileşim, semtin geçmişinde barışçıl bir arada yaşamın nasıl mümkün olduğunu gözler önüne seriyordu.
Daha sonra Sevcan Tiftik, Yıkıntılar Arasında projesinden ve ekibinden bahsetti. Bu esnada Tiftik, Delal Eken’in “Kıyıya İtilmiş Işıkların Mutluluğu” adlı videosunu katılımcılara okulun önünde QR kod aracılığıyla izletti. Eken’in videosunu izlerken, hafıza yürüyüşüyle adımladığımız sokaklara bir de, hâlihazırda geri dönüşüm işçilerinin atıkları depoladıkları bir mekan olarak kullanılan okuldaki kâğıt toplayıcısının ışık dolu arabasının peşine takılarak tanık olduk.
Son durakta Damla Barın, Agora Meyhanesi’nin hafızasını paylaştı.
“Günümüzde İstanbul’un en meşhur meyhanelerinden biri olan Agora Meyhanesi, ismiyle, şarkısıyla, kurucusuyla, müdavimleriyle, sanatçılarıyla birçok hikâyeyi barındırmaktadır. Meyhanenin tarihine yönelik yaygın bir anlatı vardır. Buna göre yüzyıllardır denizcilikle uğraşan Dulidis ailesinin genç üyesi Asteri, Rum bir kaptandır. Teknesiyle mal götürmeye hazırlandığı bir gün, Şirket-i Hayriye, yani bugünkü Şehir Hatları vapurundan inen Eleni’ye âşık olur. Bir bankerin kızı olan Eleni, denizci yolu gözlemek istemediği için ancak karaya demir atması şartıyla Asteri ile evlenmeyi kabul eder. Aşkı uğruna denizlerden vazgeçen Rum kaptan Asteri, 1890’da Balat Çarşısı’nda açtığı meyhaneye Rumca “meydan” anlamına gelen Agora ismini verir.”
Damla Barın
Barın, meyhanenin 6-7 Eylül Olayları’nda gördüğü zarardan sonra bir daha eskisi gibi olamadığını anlattı. Meyhanenin o dönem işletmecisi olan Hristo Dulidis meyhaneyi ayakta tutmak için uzun süre çabalasa da, 1994’te Yunanistan’a taşınmak zorunda kaldı. Ardından, ortak işletmeciler tarafından 2014 yılında mekân, 1890’daki ismiyle Agora Meyhanesi olarak yeniden hizmete açıldı. Böylece mekânın tarihini oluşturan her katman, aynı zamanda semtin kozmopolit ruhundan geriye kalan kırılgan mirası da hatırlattı.